Bu Blogda Ara

21 Kasım 2010 Pazar

Seyirci gözüyle Cogunluk

Seyirci gözüyle Cogunluk


Benim bir huyum var, bir filmi pek çok kez izlemek gibi. Her izlediğimde, daha bilinçli izliyorum. Filmin başında gelişen olayların nelere yol açacağını bilerek izlemek, nedenleri, niçinleri daha iyi anlamak gibi bir takıntı benimki. Ve itiraf ediyorum, ilk gösteriminde pek beğenmediğim pek çok filmi, detaylara daha önem vererek izlediğimde giderek daha çok seviyorum.

Ama elbette hiç bir zaman bir filmi bir sinema yazarı gözüyle izleyemem, eleştiremem.

Sadece, seyirci gözünden sizinle Çoğunluk filmini paylaşabilirim.


Filmin Venedik Film Festivali'ne katılacağı müjdesini aldığım zaman sevinçle, Twitter'da bir sinema yazarına ne düşündüğünü sordum. Ne filmi, ne yönetmeni, ne başrol oyuncusunu tanımıyordu. Dolayısıyla filmin festivalde Türkiye'yi temsil edeceğinden habersizdi. Şaşırmadım. Çünkü ne filmin çekim aşamasında hakkında tek bir satır yazılmıştı, ne de Fatih Akın'ın asistanı Seren Yüce'nin, senaryosunu kendi yazdığı bir filmi çektiği duyulmuştu. Filmin başrol oyuncularından birisi, birisi diyorum çünkü filmde dört başrol var, çok yakınım olmasa belki benim de haberim olmazdı.

Seren Yüce'nin ilk filmiydi...

Ve film, ilk ödülünü İtalya'da "En iyi ilk film" ödülünü aldı.

Filmi görenler, ilk film olarak böylesi bir konuyu yazmanın, yönetmenin biraz cesaret işi olduğunda birleşeceklerdir belki...

Çok uzak olduğumuz bir konu değil ama, filmin genelindeki durağanlık, hiç bir detayın atlanmaması için sarfedilen çaba sonucunda sahnelerin biraz uzaması, seyirciyi sıkabilecek dezavantajlar.

Hatta İtalya'da aldığı ödül bile bu nedenle tartışıldı. Yakın gelen neydi jüriye?

Yakın gelen yalınlık, yaşadığımız hayatın gerisinde fon müziği çalmaması, olduğu gibi aktarılmasıydı belki.


Ve film izleyiciyle Antalya Film Festivali'nde buluştu. Eleştirmenlerden tam not alıyordu. Senaryo ve oyunculuk dallarında karne iyiydi.

O günlerde Antalya'da olup, filmi izleyen yakınlarımla konuştuğumda, "harika" diyorlardı.

Ve en önemli ödüller peşpeşe geldi.

Sevinç çığlıkları attım, ağladım, inanılmaz mutlu oldum.


Ve nihayet bu gece filmi izledim. Tarafsız bir gözle izlemem mümkün değildi ama olabildiğince objektif bakmaya çalıştığımı söyleyebilirim.

Yanımdaki arkadaşım biraz sıkıldı, bense kapıldım gittim...

Her sahnesine, rol alan her oyuncuya gönlümü kaydırarak.

Perdede olanlar bizlerdik! Anlatılan bizim klasik, durağan, hiç bir heyecanı olmayan gündelik aile yaşantımızdı.

Mertkan'a isyan ediyorduk, klasik film izleyicisi bakışımızla, "hadi abi koy artık postanı, sen de isyan et, bağır, çağır, düzene başkaldır..." diyorduk. Ama Mertkan bunu yapmıyor, küfretmesi gereksiz her yerde küfrediyor, ama düzene küfredememesi boğazımıza düğüm oluyordu. O kadar ezikti ki...

Altın Portakal'ı havaya kaldırırken ilk sözlerinin "Ben Bartu" olması belki o ezikliğe isyandı!

Bu sabah okuduğum bir röportajında, kendi sözleriyle; "Basit bir karakter Mertkan. Babasının gölgesinde büyüyen bir adam. Ben genelde üzülüyorum Mertkan için. "Hadi bee oğlum yaa, öyle değil!" filan demek istiyorum."

Evet, filmde babasının gölgesinde büyüyen bu 20'li yaşlarda delikanlı, babasının o kadar izindeydi ki, aynı koltuğa babasından sonra oturup, aynı hareketlerle ayakkabılarını çıkarıp, dolaba yerleştiriyor ve terliklerini giyiyordu! Ve kocasında, oğlunda duygusal yaklaşımlar arayan annesine, tıpkı babası gibi umursamaz tepkiler veriyordu. O abartılmış bir tepkisizliğin değil, düzenin karakteriydi. Yine kendi sözleriyle;

"Ben Eskişehir'de okulumda ya da çevremde böyle insanları tecrübe ettim gerçekten. Babasının gölgesinde büyüyen insanları gördüm." diyordu.

Yani rolüne inanmıştı, gizli gizli sigara içeceğinden, sevdiği kızı sahiplenememekten öte bir adım atamayacağından haberi vardı.

Ve ilginç bir saptama...

Yine Bartu Küçükçağlayan'dan;

"Gerçek bir Recep İvedik bu." Karikatürleşmemiş haliyle diye ekliyor.


Bütün ince detayların dantel gibi işlendiği filmde eksikler yok mu?

Elbette var. Bu hafta Arka Pencere dergisi eleştirmeni bu noktaları saptamış.

Ama bunlar filmin zaten anlatmaya çalıştığı konular değil, çok ince detaylar. Bir görüşüne itiraz hakkım var hatta Arka Pencere yazarı Tunca Arslan'ın. Babasının işlerin başına geçmek üzere şantiyeye yolladığı Mertkan'ın "patronluk" taslamasını inandırıcı bulmamış. Aynen böyle bir durumda yakınım var, ve gerçekten babasının olmadığı yerde onun pozisyonunda olarak, bir çeşit güç gösterisine sığınan bir kişi kendisi.
Zaten anlatılmak istenen biraz da bu, Mertkan'ın babasından farksız olacağı. Filmde baba kaba kuvvete dayanan gösterilerde bulunan bir adam değil mi? Mertkan daha pısırık olduğu için bir tabanca istemiyor mu babasından?


Ben yeni gösterime giren filmlerin sonuna kadar yazılmasına biraz karşıyım, heyecanımı kaçırdığı için. Ama Çoğunluk yazıldı, çizildi, diyaloglar aktarıldı, sonu ister istemez açıklandı.

Ama aslında bunlar önemsiz. Çünkü bunları deşifre edenlerde çok iyi biliyorlardı ki, filmin ne sonu ne başı önemliydi. Anlatılmak istenendi önemli olan. Ve bizim boğazımızda bırakılan bir isyana neden olabilmekti. Seren Yüce bunu başarmıştı!


İzleyin diyorum, ve yine Bartu Küçükçağlayan'ın sözleriyle;

"Çoğunluk kendisine yakıştırmayabilir Mertkan'ı. "Zayıf" olduğundan çoğunluk onda kendisini görmek istemeyebilir sanki... Kendini Mertkan'ın yerine koymaya cesaret edebilecek, "Evet, ben de biraz olsun Mertkan'ım" diyebilecek insanlar arıyor bu film. Bu film onların filmi olsun istiyorum ben."


İzleyin...

Bizim yaşamlarımızın arkasında, yaşamımızı romantik kılacak fon müzikleri yok! Sessizce yaşıyoruz, ve bazen isyan boğazımızda düğüm kalıveriyor. İşte o düğümü açabilmek adına izleyin. Sıkılsanız bile...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder