Bu Blogda Ara

28 Kasım 2010 Pazar

MÜSLÜMANLAR HEM "LAYT" HEM DE "LAKAYT" OLDULAR.

                                               

Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma: Müslümanlar hem "layt" hem de "lakayt" oldular.

    
Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Müslümanlara ser eleştiriler yöneltti. Sırma, Müslümanların hem "layt" hem de "lakayt" olduklarını vurguladı.

Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma on yıldır bulunduğu Viyana’dan geçtiğimiz yılın Temmuz ayında döndü. P...rof. Sırma ile Viyana’ya neden gittiğini, on yıl boyunca orada ne gibi faaliyetlerde bulunduğunu, Türkiyeli Müslümanların hali hazırdaki durumlarını, başörtüsü konusunu, tez konusu yaptığı 2. Abdülhamid’i, üzerinde çalıştığı ve yakın zamanda okuyucuların istifadesine sunmayı planladığı altı ciltlik “Müslümanların Tarihi” isimli kitabını konuştuk.

Uzun bir süre Viyana’da kaldınız. Orada hocalık yaptınız, birçok öğrenci yetiştirdiniz. Viyana’ya ne zaman ve niçin gittiniz?
Viyana`ya gidişim planlanmış bir şey değildi. 1996`da Sakarya Üniversite’sinde görevime son verilince İstanbul`a geldim. Sonra Tayyip Bey`e İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı sırasında, 2000 yılına kadar Kültür ve Tarih danışmanlığını yaptım. 2000 yılında Viyana`dan bana bir teklif geldi. “Burada kâğıt üzerinde bir İslam Araştırmaları Enstitüsü açılmış, fakat bir türlü faaliyete geçememiş. Bunun kuruluşuna yardımcı olur musunuz? Biz bir konferans düzenleyelim, konferansa gelin bu arada görüşelim” dediler. Peki dedim, ve konferans vermek üzere Viyana’ya gittim. Gerçekten de, yıllar önce İslam Araştırmaları Enstitüsü adında bir enstitü kurulmuş ama bir proje olmaktan öteye gidememişti. Oradaki Milli Görüş teşkilatı bu enstitüyü hayatiyete geçirmek üzere benden yardım istediler. Tüzüğü inceledik ve dedik ki, tamam biz bu enstitüyü faaliyete geçirelim. O zaman bana biraz kalmamı teklif ettiler. Ben de tamam dedim, on beş-yirmi gün kalırım dedim. Ama kalış o kalış... Tam on sene oldu. 
                                           On yıl boyunca Viyana’da neler yaptınız? 

Orada değişik programlarım oldu. Aşağı-yukarı İmam Hatip ve eski Yüksek İslam Enstitüsü’nün programları gibi programlar yaptık. Enstitüde, Kur’an, Tefsir, Hadis, Fıkıh, İslam Tarihi, Kelam, Arapça, pedagoji ve tabi bu arada Almanca gibi dersler vardı. Ben İslam Tarihi derslerine girdim. Diğer derslere de başka hocalar bulduk. Bu şekilde on sene devam ettik. Enstitü tam oturdu, dedim ki “artık bana müsaade, ben yoruldum, İstanbul’a dönüyorum.”

Viyana’daki İslâm Enstitüsüne paralel olarak daha önce kurulmuş bir İslam Akademisi vardı. Bu akademi, Avusturya Devleti’ne bağlı, resmi bir kurumdur. Çünkü Avusturya, Sultan II. Abdulhamid’in kendilerine müracaatı üzerine, 1912’den beri İslam`ı din olarak kabul etmiş ve bunu anayasaya koymuştur. Onun için din adamı yetiştirme mecburiyeti var. İşte bu akademinin isteği üzerine, orada da Arapça olarak İslam Tarihi derslerine girdim. 

                                                   Bu resmi bir teklif miydi hocam? 
Evet. Tabi resmi bir teklif. O zamanlar akademi bünyesinde profesör olmadığı için, kadrolarına beni de almak istediler. Almancayı ders verecek seviyede bilmediğim için, Akademi yönetim kurulunun aldığı bir kararla İslam Tarihi dersini Arapça olarak verdim. İki sene o şekilde orada da ders verdim. Geçtiğimiz temmuz ayında da Türkiye`ye geri döndüm.

Enstitü ve akademiye paralel olarak, 2000 yılından itibaren Türkiye`den Mili Görüş ve ÖNDER vasıtasıyla gelen başörtülü kız ve erkek öğrencilere de dersler vermeye başladım. Bu öğrenciler, Türkiye’de uygulanan başörtüsü yasağı ve İmam-Hatip liselerine konmuş olan katsayı probleminden dolayı Viyana’ya gelmişlerdi. Bu öğrencilerin sayısı her sene çoğaldı. Bunun üzerine, ÖNDER`in erkekleri ve kızları için bir dernek kuruldu ve adına “WONDER” denildi. Kızlar ve erkekler için, yurt olmak üzere ayrı ayrı büyükçe iki bina satın alındı. Tabi hem oraya derse gidiyordum hem de Milli Görüş yurtlarında okuyan öğrencilere... 


Başörtüsü yasağı sona erdi. YÖK Başkanı, ÖSS ve KPPS dâhil tüm sınavlara başörtülü girilebileceğini açıkladı. Neler söylemek istersiniz?
Doğrusu bu yasağın ortadan kalktığına inanmıyorum. Çünkü bugünkü yönetimden güç alarak YÖK bunu yapıyor. Yarın Allah korusun yönetim değişirse ve mahut “28 Şubat” kafalı bir yönetim gelirse, eski tas eski hamam olur. Onun için bunun kanuna konması lazım. Bütün dünyada olduğu gibi “hiç kimse kimsenin kılık-kıyafetine karışamaz” şeklinde bir kanun çıkarmak lazım. Herkesin mağduriyeti giderilmeli. Yoksa bu bir kangren olur gider. Nitekim boşu boşuna Türkiye`yi meşgul ediyor. 
                   Türkiyeli Müslümanların hali hazırdaki durumunu nasıl görüyorsunuz? 
80`li yıllarda Müslümanlar hakikaten güzel bir arayış içerisindeydiler. Okuyorlardı, toplumda var olduklarını gösteriyorlardı. Bir örnek vereyim. Mesela benim “Mekke Dönemi ve İşkence” diye bir kitabım var. Senede üç baskı yapıyordu. Ne demek istiyorum? Yani Müslümanlar kitap okuyorlardı. Fakat 12 Eylülden sonra özellikle 28 Şubat`tan sonra Müslümanlar okumayı bıraktılar. Tabi İmam Hatip okullarının kapanmasının da bunda bir payı var.

Kanaatime göre Müslümanlar hem “layt”, hem de “lakayt” oldular. Yani “ben modernce yaşayayım, o arada namazı da kılarsam iyi olur” gibi düşünmeye, bu düşünceleri doğrultusunda, -yani inançları doğrultusunda değil- yaşamaya başladılar. Artık Müslümanlar için öncelik İslam değil, modern yaşam biçimidir. Oysa Müslümanların, dinlerini öncelemeleri gerekir.

                                            Sizin gördüğünüz kadarıyla öncelik nedir? 
Öncelik, Allah’ın emrettiği ve Resûlullah (s.a.s)’in tebliğ ettiği doğrultuda bir yaşam sürdürmektir. Yani yaşamımızın gayesi modern bir yaşam sahibi olmak değil, Müslümanca bir yaşam sahibi olmaktı...r. Bir örnek vereyim; Değişik yayınevlerinden İslami kitaplar çıkıyor. Bu kitaplar diyelim ki 1. baskıda bin adet basıyor. Birkaç sene sonra kitabın baskı durumunu soruyorum; ilk baskıyı bile bitiremediklerini söylüyorlar. Ama bakıyorsunuz, magazin bir kitap basılıyor. Müslümanlar ona sarılıyor, okuyor. Hatta okumasalar bile gidip alıyor ve evdeki kütüphanesine koyuyor. Böylece hem kendisine, hem de başkalarına entelektüel olduğunu ispata çalışıyor. Üstelik bu hareketiyle entelektüel değil, “entel” olmaya çalıştığının farkında bile değil. Demem o ki, Müslümanlar entelektüel/münevver olma yerine, entel olma peşindeler. Çünkü entelektüel olan okur. Müslümanlar entelektüel olmadan, entel olmak istiyorlar. Yani bir şey okumadan okumuş gibi görünmek istiyorlar. Onun için İslami kitaplar satılmıyor. Fakat bunun dışında kalan “magazin kitaplar” baskı üzerine baskı yapıyor. Ve Müslümanlar, bu kabil sansasyonel kitaplara milyonlarca lira para veriyorlar.  
                           Yani Müslümanların düşünsel olarak mı öncelikleri değişti? 
Düşünsel olarak değil, imanî olarak öncelikleri değişti. Önceliğimiz değişti. Önceliğimiz, her gün biraz daha modernleştirmeye çalıştığımız yaşam tarzımız oldu. 35 sene önce Erzurum`da bir makale yazdığım da fırtına kopmuştu. Bildiğiniz gibi, kimin uydurduğu belli olmayan ve hâlâ tedavülde olan, üstelik “hadis” diye öğretilmeye devam edilen bir söz vardır: "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi Ahrete çalış." Bu sözü hadis diye bize yutturdular. "Böyle bir hadis yok" diye bir makale yazdım. Hadis profesörleri bile itiraz ettiler. Dediler ki, "biz bu hadis’le vaaz ettik, kitaplarımıza koyduk." İyi de kardeşim yok böyle bir hadis, düzeltin o zaman, dedim; hiçbir hadis hocası bu konuya değinmedi. İşte Müslümanlar, “hadis” dedikleri bu kuralı dahi biraz değiştirerek, yani işin “ölüme taalluk eden” kısmını devreden çıkararak bu bugünkü seküler yaşamlarına kavuştular...

Bu, “hadis” denilen söz şu tehlikeyi getirdi; Müslümanlar dünya için yaşar oldular, ve ahiretlerini de unuttular. Zannettiler ki beş vakit namaz kılınca Müslümanlık tamam oluyor. Hâlbuki İslam, hayatımızın bütününü içeriyor. Öyle bir hal oldu ki, yani Müslümanlar dünyaya öylesine daldılar ki, bunları düşünmeye bile vakit bulamıyorlar. Hele bu pespaye tv dizileri var ya, bunlar Müslümanları iyice ellerine almış, onlara tv. ahlakını empoze edip duruyorlar. Bizdeki bu “dizi hastalığı” dünyanın hiçbir yerinde yok.

Biliyorsunuz bendeniz biraz fazla gezen bir insanım. Gittiğim İslam ülkelerinde de maalesef bizim televizyonların dizileri izleniyor, bu dizilerle bizim çoluk-çocuğumuzun ahlakını bozdukları yetmiyormuş gibi, onların da ahlaklarını bozuyorlar… Bir erkek veya kadın eşini nasıl aldatır, böyle durumlarda, -bu fiilleri teşvik etmek için- zorda kalanlara nasıl yardım edilir, “metres hayatı”, flört çeşitleri, şiddet olayları vs. vs… Dizilerden hemen sonra internete koşup “çet” yaparlar; ve bu “çet”lerde, eşleriyle değil, başkalarının eşleriyle çetleşenler sayesinde binlerce aile yıkılır; çocuklar ortada kalır…

Bir de şunu söylemek istiyorum, Türk milleti çok fazla siyasallaşmış. Kardeşim, kahveye gidiyorsunuz kimse kitap okumuyor; herkes falan partinin programı nedir, falan parti başkanı konuşmasında ne dedi? Bunu konuşuyorlar. Okullara gidiyorsunuz aynı şey, Cemaatlere gidiyorsunuz, aynı şey... Herkes politika konuşuyor, kimse ilim konuşmuyor. Bütün insanlar politize olup gitmişler… Evlerde ömürlerinin son anlarını yaşayan dedeler, nineler bile, politikayla ilgileniyor! 

                                                Batı toplumu böyle değil mi? 
Batıda öyle bir şey yok. Ben batıda yaşıyorum. Dört senede bir seçim geliyor geçiyor, haberim bile olmuyor. Niye? Dört senede bir millet gidip oyunu kullanıyor; o kadar! Bizdeki gibi vay böyledir, vay şöyledir dedikoduları orada yok. Gidin Anadolu’nun bir köyüne, köy kahvesinde bile başbakan konuşulur, onun yerine hükümet kurulur; muhalefetin yerine muhalefet konuşulur. Neden peki? Çünkü okumayı terk etmiş olan bu milletin yapacağı başka bir şey yok. Eskiden Osmanlı döneminde bu kahvelerin adı Kıraathane idi. Yani okuma salonu idi. Şimdi ise “siyasethane” oldu. 
                                  Bu gidişatı değiştirmek için ne yapmak gerekir? 
Vallahi benim elimde bir şey yok. Belki biraz ağır olacak ama Bakara suresinin başında şöyle bir ayet var. Diyor ki; Allah`ı ve müminleri kandırmaya çalışırlar. Yani Allah korusun, Müslümanlar biraz böyle bir duruma doğru gidiyorlar. Kendilerini kandırıyorlar, Müslümanları kandırıyorlar. Allah`a inanıyor gibi görünüyorlar fakat başka ilke ve ülkülerle yaşıyorlar! 
                    Müslümanların Müslümanca yaşaması için ne yapması lazım? 
Müslümanların dinin gerektirdiği gibi yaşamaları için önce o dini öğrenmeleri lazım. Oysaki hiç kimsenin Müslümanlığı öğreneyim diye bir derdi yok. Hal böyle olunca da, Cağaloğlu`nda yayınlanmış, iki tane kitap okuyanlar, bakıyorsunuz müctehid kesilmiş. Allah aşkına böyle şey olur mu? Bir-iki kitap okumakla insan müctehid olur mu? Arapça kitap okumasını bilmezler, Türkçe bile hiç okumazlar; kalkıp peygamber efendimizi eleştirirler. Bu ne cüret, bu ne hayâsızlık! 
                                                   Neden böyle yapıyorlar?  
Entel görünmek için, farklı görünmek için! Müslümanlar farklı, kendileri gibi değil, başkaları gibi görünmeye çalıştıkları müddetçe bu gemi yanlış gider. O halde Müslüman, İslâm’ı sadece öğrenmek için değil, fakat onu yaşamak için öğrenmelidir! 
                                                  Temel problem bu mu? 
Temel problemin bu olduğuna inanıyorum! Müslümanlar, annelerinden, babalarından, öğrendikleri gibi yaşıyorlar İslam`ı. Sorumlulukları kalmamış. “Ben bu dini yaşıyorum amma, acaba doğru mu yaşıyorum” diye hiçbir kaygıları kalmamış! Bir siyer hocası olarak birilerine bir şey anlatıyorum. O bana; Ama hoca diyor, ben öyle öğrenmedim, sen yanlış biliyorsun! diyor. Kardeşim ben sana Kur`an`dan ayet okuyorum, hadis okuyorum. Sen bırak annenden, babandan, hocandan öğrendiklerini! Bunu, Hocalara saygısızlık manasında söylemiyorum. Ama ben de bir hocayım ve Siret konusundaki uzmanlardan sayılırım. Dolayısıyla bu konuyu senin hocandan daha iyi bilebilirim! diyorum. Yine de “bana böyle öğrettiler!” deyip duruyor… İslâm hakkında konuşan “entel” tv hocaları da işin cabası. Tahkiki bir iman için asıl kaynaklara yönelmek lazım…
Evet! Asıl kaynakları veya asıl kaynakları anlatan kitapları okuyarak bilgilenmek lazım. Kimse gelip demiyor ki; hocam bu dini ben nasıl öğrenebilirim? Hocam falan parti ne olacak, diyor...lar. Yahu bana ne, bana parti falan sormayın. Ben apolitik bir adamım. Bana deyin ki, ben İslam Tarihini nasıl öğrenebilirim, ben Fransız tarihini nasıl öğrenebilirim, ben İslam`ı nasıl öğrenirim, Yahudiliği nasıl öğrenebilirim? Bana bunları sorun. Müslümanların öğrenme gibi dertleri yok, okuma gibi dertleri yok.

Doktoranız, doçentliğiniz ve profesörlüğünüz, Sultan Abdülhamid ile ilgili. Abdülhamid’le ilgili üç teziniz var. Doktora teziniz; Abdülhamid ve Şeyhülislamlık Meselesi. Doçentlik teziniz; Yemen İsyanları, Profesörlük teziniz ise; Sultan Abdülhamid’in İslâm Birliği Siyaseti. Şunu sormak istiyorum; Neden Sultan Abdulhamid? 
Gençlik yıllarımda, yani üniversitede okuduğum yıllarda Üstad Necip Fazıl’ın “Ulu Hakan Sultan Abdülhamid” adlı eseri bana ve o dönemde yetişen birçok kimseye büyük bir tesir etmişti. Doktora yapmak üzere Paris’e gidince Sultan Abdulhamid’i araştırmak istedim. Sultan Abdülhamid Kızıl Sultan mıdır? Ulu Hakan mıdır diye?.. Ben o merakla girdim bu işe. Doktorayı onun için aldım. Doktorayı aldıktan sonra da Türkiye’de aynı dönem üzerinde çalışmaya devam ettim. Doğrusu doçentliği Endülüs üzerinde çalışmak istemiştim. Fakat Türkiye’deki hiçbir tarihçi kabul etmedi. Dediler ki, yapacağın araştırma, mutlaka Anadolu’yla ilgili olacak. Hatta rahmetli Cengiz Orhonlu hoca bana; “Oğlum ben Habeşistan`ı tez konusu yaptım, sen de Osmanlı-Yemen ilişkileri olarak Yemen`i tez konusu yap. Abdülhamid konusu ile uğraşmışsın, kaynakları biliyorsun, o dönemle ilgilen dedi. Yemen konusunu o şekilde seçtim. Sultan Abdülhamid`in en büyük özelliği Panislamizm, yani İttihad-ı İslam Birliği olduğundan dedim ki bu konuyu da yapayım. Türkiye`de bunu profesörlük tezi olarak kabul ettirebilir miyim diye tereddüt etmeme rağmen devam ettim. Çünkü herkes Kızıl Sultan diyor. Gerçekten profesörlüğümü YÖK denen ucube makam, beş-altı sene beklettikten sonra onayladı.

Bütün araştırmalarımı dokümanlara, arşiv belgelerine dayandırdım. Sultan Abdülhamid`in gayesi Müslümanların birliğini sağlamak, batıya karşı kendisini korumaktı. Ama Abdülhamid düşmanları bunu sevmediği için, bunu istemediği için Abdülhamid düşmanlığı yaptılar ve hâlâ da yapıyorlar. Abdülhamid hakkında biraz kanaat sahibi olduktan sonra şunu diyebilirim; Osmanlı devletinin birincisi olmasa da ikinci veya üçüncü büyük sultanıdır! Hatası yok muydu? Benim binlerce hatam olduğu gibi, onun da vardı elbet. Ama Allahu Te’âlâ Kur`an-ı Kerim`de herkes için kurulacak olan bir teraziden bahsediyor. O terazinin kefelerinin durumuna göre muamele göreceğiz… İnsanların hatası da var, sevabı da var. Hatasız kul olmaz. 

   Müslümanların Tarihi diye 6 ciltlik bir kitap çıkaracağınızı duyduk. Bu çalışmanızdan bahseder misiniz? 
Ben şunu söylüyorum, İslam âleminde de bunun münakaşasını yaptım. Mesela, en büyük kitaplardan birisi İmam Zehebi’nin Tarihul İslam’ıdır. Arapça kitaplarda da Tarihul İslam geçer. Türkçe`de İslam Tarihi geçer. Farsça`da da Tarih-i İslam`dır. Ben bu kadar senedir bu işlerle uğraşıyorum. Düşündüm ki, “İslam Tarihi” tabiri yanlış bir tabirdir. 
                                                                           Neden? 
Çünkü ortada olan tarih, İslam dininin tarihi değil! Ortada olan, yani okumakta olduğumuz tarih, İslam`ın tarihi değil, Müslümanların tarihidir. Açın bu kitapları bakın, İslam dini böyledir, İslam dini şöyledir diye anlatmaz. Müslümanlar şöyle şöyle yaptı, Müslümanlar şu, şu savaşları yaptılar... Yani anlatılan Müslümanların yaşamlarıdır. Böyle olduğu için ben diyorum ki, bu isim değişmelidir. Muhtemelen bunu yine bu fakir düşündü. Yazmakta olduğum kitabın adını Müslümanların Tarihi koydum.

Kitabımı beş veya altı cilt olarak düşünüyorum. Allah bilir. Her gün yeni bir şeyler buluyorum, kolay olmuyor yazmak. Şu anda tamamen bu kitaba yoğunlaştım. Onun için birçok röportajı ve konferansı reddediyorum. Hatta televizyon programlarını ve röportajlarını da reddediyorum ki bu kitap bitsin. Bu kitaptan dolayı evden de tecrit olup bu büroya kapandım. Evden de uzakta oluyorum ki bir meşguliyetim olmasın. Allah ömür verirse bitirmeye çalışacağım. 

                                           Son olarak ne eklemek istersiniz.
Müslümanlar 80`li yıllarda olduğu gibi okumaya yönelsinler, tekrar kitaba yönelsinler. Biz sizin gibi gençken, üniversitedeyken okuyacak kitabımız yoktu. Piyasada kitap yoktu. Şimdi binlerce kitap çıkıyor elhamdülillah, okuyacak adam yok. Okumuyorlar. Okumak çok önemli. Okunacak binlerce kitap var. Büyük Müslüman alim Câhız`ın dediği gibi; akıllı olan ne okuyacağına karar verendir. Hepsini okuyamayız, o halde bizi ilgilendiren, bizi kurtaracak olan kitapları okumamız lazım.

24 Kasım 2010 Çarşamba

TÜRKAN SAYLAN'DAN NEFRET EDİYORUZ ÇÜNKÜ?

                              BABA BENİ FUHUŞA GÖNDER(!)

yıl:2001
Yer: Diyarbakır
Yaşını başını almış bir grup ÇYDDli Diyarbakırda tur atıyor. Ve fakir bir ailenin evine misafir oluyorlar. Kısa bir süre sonra evin küçük kızını İstanbula gitmesi için ikna ediyor ve kızı İstanbula götürüyorlar.
Yıl:2003-2004-2005
Yer: Bingöl, Van, Batman
Diyarbakırda ki olayın benzerleri şahitler huzurunda tekrarlanıyor.
Yıl: 2006
Yer: İstanbul-Bakırköy ÇYDD Şubesi
Yaklaşık 30 kişinin bulunduğu aralarında 15e yakın kız öğrencinin de-katıldığı bir toplantı düzenleniyor.
Kürsüde, Ergenekon davasında ismi geçenlerde biri şunları anlatıyor;
Arkadaşlar şuana kadar doğu ve güneydoğudan getirdiğimiz kız öğrenci sayısı 1000i buldu. Bu kızları istediğimiz gibi yetiştirecek, kendi ruhi düşüncelerimizi akıtacak ve onları istediğimiz yere yönlendirebileceğiz diyerek konuşmasını sürdürüyor. Konuşmanın ardından ikram safhasına geçiliyor.
İkram safhasında ÇYDD nin kodaman kız öğrencileri derneğin yeni kazandığı erkek öğrencilerle özel olarak ilgilendiklerini anlamamak için kör olmamız iktiza etmesi gerektiğini anlıyoruz. Tabii bu toplantılar bir yıl boyunca devam ediyor.
Sene başı üniversite öğrenci kayıt döneminde bu kızların içerisinde ve yine onların arkadaşlarından bazılarını İstanbul Üniversitesi Avcılar kampüsünde görüyoruz. Ellerinde Türkan Saylan yurtlarının broşürleri ve kızlı erkekli evlerin ballandıra ballandıra anlatılması artık sıradanlaşan bir olay haline gelmeye başlamış olması
Bu kızların çoğunun güneydoğudan gelen kızlar olduğunu da görünce işin içinde farklı gayelerin olduğunu anlamakla kalmıyor araştırmaya devam ediyoruz.
Yıl: 2007
Yer: Özel bir üniversite kampüsü Saat: 20.00
Üniversitenin daha önceden öğrenciye açılmadığı bir katta, ÇYDD üyelerinin de aralarında bulunduğu bazı kişiler arasında bir toplantı düzenleniyor. Ve hiç ummadığız bir isminde o toplantıda olduğunu görünce, üniversitelerdeki arkadaşlara araştırma yapmaları için haber salıyoruz.
Gelen sonuca da bakıyor ve görüyoruz ki; Üniversite sosyal, eğlence gruplarının çoğusunun başında ÇYYD üyesi öğrencilerinin olduğu ortaya çıkıyor. Bunlara en büyük desteği veren isimlerinde ÇYDD seminerlerine katılan öğretim üyelerinden geldiğini de bir şekilde anlıyoruz.
*
Ergenekon operasyonu başlamadan önce Telaviv-ABD-Ankara üçgenini gezen bir kadın vardı.
Ergenekon ile ilgilenenler muhakkak bu durumdan da haberleri vardır.
Bu kadın hafta da bir Diyarbakır turu yapmakla kalmıyor, bu üç başkente de sürekli uğruyordu. İsmi sonradan Ergenekon operasyonuna karıştı ama iddianamede yer almadı ve fazla gündeme de gelmedi, getirilmedi.
Örgütün Şener Eruygurun da aralarından bulunduğu üst yöneticilerinden biri olmayan bu kadının bir üst yönetimde olduğunu yazarsak yanlış bir öngörü de bulunmuş sayılmayız.
*
Türkan Saylanın kardelenlerinin Ergenekon ile bir bağlantısı olmayacağı yönünde konuşanlara hak vermiyoruz, değiliz.
Çünkü karşılarında eğitim için çalışan bir gruptan söz ediliyor.
Ancak söz edilmesi gereken bir grup daha var.
Kızlarını buraya verip ve sonradan çok değiştiğini, artık bizlerin sözünü dinlemediğini kızlarının İslam dini ile alakalarının kesildiğini ve acılarını ifade eden bir Ebeveyn grubu da var.
Bu yurt ve evlerde kalan sonradan ayrılan birkaç kızla oturup konuşmanızı tavsiye ederim.
Diyorlar ki; Eğitim gönüllüsü Türkan Saylan ismi neden Ergenekona karıştırıldı?
PKKlı öğrencilerine yardım yataklıktan tutuklandığı sadece elde olan bir suçlamadır.
Diğer suçlamaların ne olduğunu üçüncü iddianame açıklandığında herkes gayet net bir şekilde görecek.
PKKlı öğrenciler demişken; ÇYDD derneğine burs için giden öğrencilere ilk tavsiye şudur; Konuşurken şivenin iyice bozuk olmasına dikkat et, güneydoğulu olduğunu anladılar mı, burs garanti.
Öncelikle şunu da bilmek gerekiyor.
Türkan Saylan bir eğitimden ziyade bir dava kadınıdır.
Hastalıklı halinde her ay güneydoğuya gidip gelen, hatta ve hatta günlük vurulması gereken bir iğnesinin ve kullanması gereken bir ilacının olmasına rağmen gitmekten vazgeçmeyen bir kadın ve tutuklanan arkadaşlarına ülkesine hizmet eden arkadaşlardı demesi, belli bir gaye güttüğünün de göstergesidir.
Ve bu hanımefendi sadece ÇYDD ile ön plana çıkmıştır.
Baba beni okula gönder kampanyasıyla tanınan Türkan Saylanın önceki hayatına neden birileri bakmıyor, o da ayrı bir tartışma konusu.
*
İddianamede Neriman Aydına bir kız öğrencinin Karargah evlerinden tutuklanan Teğmenler den birine aşık olduğunu söylemesi üzerine Aydın; Bu işte aşk, maşk olmaz, unut o işleri demesi ve kendi gruplarına Harp okulundan adam toplamak kadın figürünü de kullanması çok önemli bir ayrıntıdır.
Neriman Aydının eski bir ÇYDD çalışanı olduğunu düşündüğünüzde ve Neriman Aydının tutuklanmasından sonra Türkan Saylanın çevresine yakında bize de gelirler demeye başlaması da ayrı bir ilginçlik taşıyor.
Burada çok önemli bir husus daha var ki; Dünya Kiliseler birliğinden cüzide olsa yardım aldıkları.
Sen bir Türksün ve Müslüman-Türk öğrencilere hizmet ediyorsun.
Sana yardım edenler ise Dünya kiliseler birliği ve Ergenekon da adı geçen Mehmet Emin Karamehmet
Dünya kiliseler birliğinin yardım ettiği kurumların başındaa Afrika ve Asyadaki misyoner faaliyeti yapan okullardır. Bu okullara da çok ciddi bir destek sağlanmaktadır.
D-tipi medya diyorlar ki Tijen Mergenin Ergenekon ile ne alakası var.
Aslında çok alakası var.
ÇYDD toplantılarının birinde konuşan yönetici Bu kızları iyi yetiştirecek devletin önemli birimlerine gelmesi için çalışacağız. İyi yerlere gelemeyenlerinde devletin önemli görevlerini yapacak, geleceği olan erkeklerin yanına monte etmeye çalışacak ve onlarla evlenmesi için uğraşacağız.
Çok gariptir Dünya Kilisler Birliğinin burs verdiği misyoner faaliyetlerinde de çoğu kadının bu iş için kullanıldığını görüyorsunuz.
Küçük bir örnek;
Dünyanın en çirkin insanları olarak kabul edilen Aborjinlerin Hıristiyanlığı seçmelerindeki büyük artış.
Peki neden?
Çünkü misyoner faaliyeti için giden kadınların onlarla evlenmesi.
Aborjinlere soruyorlar Neden Hıristiyan oluyorsun?
Cevap; Bizim gibi çirkin bir adamla evlenmeyi tercih eden bu güzel kadına bu ahlakı veren bir dini neden seçmeyeyim.
Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Preason Breakda Türk diplomatın karısının derin devlet yöneticisi olmasının basit bir mantığı yoktur.
Yakında hepimizin duyacağı Ergenekon da şahinler ve güvercinler diye iki kanadın olması ve bu iki kanatta kadınların ağırlığının olması da çok önemlidir.
Bürokrat eşlerinin hepsinin örgüt üyesi olduğunu söylemek tamamen saçmalamaktan ibaret olacaktır. Biz böyle bir şey söylemiyoruz. Sadece şunu diyoruz; böyle bir çalışmanın içerisinde olduklarını bilmekte fayda olduğu düşüncesindeyiz.
Anayasa Mahkemesi başkan vekilinin eşinin-Ferda Paksütün- Ergenekon örgüt üyesi olduğu iddiasıda basite indirgenebilecek bir hadise değildir.
Bu açıdan bakıldığında Türkiyede ölen bir devlet yetkilisin ailesine de bakmakta fayda olduğu düşüncesindeyim.
Türkan Saylan hadisesini, çağdaş yaşam romantizmine dökmenin bir mantığı yoktur.
TSK ve MİT raporunda ki Türkan Saylan hakkında yazılanlar da bu doğrultuda bize zaten ışık tutuyor;
Kiliselerin insan ihtiyacını karşılamak,
Ekümenik bilinci geliştirmek,
Diğer ekümenik organizasyonlar ile bağlantı sağlamak,
Yerel, bölgesel ve ulusal düzeyde ekümenik hareketleri desteklemek...
Soruşturmanın değerlendirilmesi yukarıdaki kriterler ele alınarak da yapılmalıdır.
Tüm bunlardan sonra size desem ki; Emekli bir Orgeneralin eşi de bu güvercinlerin içerisinde yer almış olabilir mi?
Buyurun araştırması ve cevabı bulması da sizden.
***
12.Dalga Ne Zaman Olacaktı?
Pazartesi 12.Dalga oldu, Salı PKK yöneticilerine baskın.
Muhalefet diyor ki, bu neyin nesi.
Ya bu muhalefet bizimle kafa buluyor ya da hakikaten iyi rol kesiyorlar.
Birçok gazeteci, muhabir, yazar 12. dalganın seçimden önce olabileceğini bildiği halde, sırf ortalık karışmasın diye seçim sonrasına bırakıldığını biliyor da, muhalefet yetkilileri bilmiyor mu?
Muhalefetin suçluların yanında yer alan tavrı emin olun ki; Gelecek nesiller için utanç kaynağı olacaktır.
*
Türkan Saylanın PKKlı öğrencilere yardım ettiği ve 12.dalgadan sonra Türkiyede ki PKKya yapılan operasyonlarda durumu önemli bir boyuta getirmiştir.
ATATÜRK ÇOCUKLARINA PORNO* TÜRKAN SAYLAN

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin ilköğretim öğrencilerine dağıttığı
hikaye kitaplarının pornografik içerikli olduğu ortaya çıktı. İlköğretim
Öğrencilerine Pornografik Kitaplar Can Yayınları'ndan çıkan kitaplar
Çağlayan mitinginde yaptığı konuşmanın ardından solda birlik misyonunun
hakemi tayin edilen Türkan Saylan'ın başkanlığını yaptığı ÇYDD'nin "ÇYDD'nin
Atatürk çocuklarına armağanıdır" mührünü taşıyor. 'Öykümü Kim Anlatacak?' ve
'Ödeşmeler' adını taşıyan kitapların içindeki hikayeler, değil çocukların,
yetişkinlerin dahi midesini bulandıracak şekilde müstehcen ifadeler
içeriyor. Şebnem İşigüzel'in yazdığı "Öykümü Kim Anlatacak?" adlı kitapta 8
tane hikaye yer alıyor.

BABA BENİ FUHUŞA GÖNDER(!)

Askeri casusluk soruşturmasından da ÇYDD çıktı. ÇYDD adı daha önce Ergenekon soruşturması kapsamında da gündeme gelmişti. Son iddia çok çarpıcı.
İddiaya göre çete, üst rütbeli subayları ele geçirmek için kullandığı fuhuş tuzağında özellikle ÇYDD'den burslu kızlardan faydalanıyor. Belgelerde, şebekenin fuhuş ve şantaj için kullandığı kadınlara, nasıl ulaştığının da adım adım anlatıldığı ileri sürülüyor. Askeri casusluk ve fuhuş çetesi ile ÇYDD bağlantısını güçlendiren, sadece şüpheliden ele geçen belgeler değil. İddialara göre soruşturmada, çetenin fuhuş elemanı olarak kullandığı iddia edilen 18 kadın askerden 13'ünün ÇYDD'den burs aldığı tespit edildi. ÇYDD ile ilgili bu iddia şaşırtmadı. Ergenekon soruşturması kapsamında da benzer bir bağlantıyı anlatan skandal bir mektup ortaya çıkmıştı. ÇYDD'den ele geçirildiği iddia edilen mektup, "Saygıdeğer Hanım Efendim" hitabıyla başlıyor ve Tuğamiral O.S.K imzası taşıyordu. Mektupta, iddia edilen illegal yapının, genç teğmenleri ağa düşürmek için ÇYDD'den burs alan kızları nasıl kullandığı anlatılıyordu.

23 Kasım 2010 Salı

KİMSE OKUMAZSA BEN OKURUM: ÜNİVERSİTELERDE BAŞ ÖRTÜSÜ^^ Yalnızca özgürlükten ...

KİMSE OKUMAZSA BEN OKURUM: ÜNİVERSİTELERDE BAŞ ÖRTÜSÜ^^ Yalnızca özgürlükten ...: "Evet, tam zamanı ve en büyük derdimiz, sıkıntımız, sorunumuz bu;Başörtüsü… İslami bir çok hüküm, kanun, tavsiye, uygulanmazken, ihlal edi..."

ÜNİVERSİTELERDE BAŞ ÖRTÜSÜ^^ Yalnızca özgürlükten yoksul olanlar özgürlüklerini uğruna savaşabilirler”


Evet, tam zamanı ve en büyük derdimiz, sıkıntımız, sorunumuz bu;Başörtüsü…

İslami bir çok hüküm, kanun, tavsiye, uygulanmazken, ihlal edilirken, bir çok yasak, kısıtlama dururken bir bu sorunu mu dillendirmeliyiz.

Evet, öncelikle bunu…
Neden?

İslam’ın bir çok hükmü ihlal ediliyor, doğrudur.Diğer hükümler daha çok toplum düzenine ait kurallar olduğundan ihmal edilmesi, uygulanmaması veya yasaklanması kişinin özel yaşamına ve tercihine bir müdahale olarak kendini göstermez, ama başörtüsü yasağı kişinin özel yaşamına direk müdahaledir ve insanlar hakkıyla inançlarını yaşayamıyor veya iki durum arasında tercih yapmaya zorlanıyor. Dolayısıyla bu sorun çok daha önceliklidir.

Ne oldu bizlere... Ne oluyor bizlere... Neden kimse bu işe öncü olmuyor. Tamam hükümetin elleri kolları bağlı biliyoruz, bir şeyler yapmaya çalıştılar engellendi biliyoruz, hala da bir şeyler yapma niyetleri var onu da biliyoruz, niyetleri iyi olumlu onu da biliyoruz, bir çok konuda tabuları yıktılar onu da kabul ediyoruz, ama bu iyi niyete bağlanabilecek bir mesele değil ki, zamana yayılacak bir mesele değil ki…

Genç kızlarımızı eğitimden, sosyal hayattan, toplumdan alıkoyan, onların enerjilerinin, birikimlerinin, emeklerinin heba olmasına neden olan, en basitinden bir hak ihlali bir eşitsizlik, bir ayrımcılık olan en önemlisi de ALLAH’ın emri olan bu sorunun bir an önce çözülmesi, halledilmesi lazım.

Birileri kızlarını Amerikada, Avrupada okutma imkanına sahip diye ama asıl okumaya ihtiyacı olan gariban, yoksul genç kızların, vatandaşların günahı ne. Onların çocukları başka yerlerde okuma imkanlarına sahip diye bu sorun ortadan kalkmaz, görmezden gelinemez, geciktirilemez.

Dernekler kuruluyor,eğitim, sağlık ve mali konularda halka yardım yapılıyor, güzel. Peygambere saygı mitingi düzenleniyor, Filistinli kardeşlerimizin acıları, dramları meydanlarda, mitinglerde dillendiriliyor, bu da güzel. Peki ALLAH’ın ayetinin yasaklanmasına, Peygamberin sözünün çiğnenmesine- ki beni Kaynuka olayını biliyorsunuz, müslümanların örtüye yapılan saygısızlığı kendilerine ve yönetimlerine yapılmış saygısızlık olarak görüldüğünü de biliyoruz- sessiz mi kalacağız? Bu genç kızlarımızın yaşadıkları dramın hiç mi önemi yok. Eğitimsiz, mesleksiz, kariyersiz, sosyal hayattan kopuk olmalarının hiç mi önemi yok.

Hal böyleyken bizler neden yerimizde oturuyoruz, yerimizde sayıyoruz. Bu sorunun gökten halledilip bize bahşedilmesini mi bekliyoruz.Hiç kimse ellerini taşın altına koymuyor, rahatım bozulmasın diye çekiniyor, korkuyorsa, birilerini üzmekten, kızdırmaktan kaygılanıyorsa bu bizim de aynı şekilde hareket etmemizi gerekli kılmaz.

Herşey bir yana da bu kızlarımıza yazık ve haksızlık.Erkekler okusun ama kızlar mahrum kalsın, bu bir ayrımcılık aynı zamanda. Madem bu fedakarlığı kızlarımızdan bekliyoruz ki elhamdulillah riayet ediyorlar. O zaman bizler de rahatımızdan biraz feragat edeceğiz. Onlar tüm geleceklerini harcıyor, feda ediyor iken bizler de yaptığımız miting, gösteri, yazdığımız bir iki yazı veya konuşma ile bir iki cop yersek, bir iki ay cezaevinde kalırsak, mahkum olursak, firar olursak, biraz okşanırsak modern dil ile işkence görürsek hatta bu yüzden mesleğimizden olursak, yada örgüt mensubu veya terörist damgası yersek çok fazla bir şey yapmış sayılmayız sanırım onların yaptığı fedakarlıkların yanında.

İslami kesimin ikiyüzlülük diye nitelendirilebilinecek şu anlaşılmaz tutumları da ayrı bir dert, ayrı bir ızdırap. Ecevit- Bahçeli- Mesut ve bilmem kimler iktidardayken protestolar, gösteriler, tepkiler, mitingler, hatta milyonlarca kişi elele tutuşup kilometlerce zincir oluşturmalar… iyi, güzel hoş ve de yapılması gerekli bir şey de şu anda bu sorun hala duruyor önümüzde neden ses seda yok, yada sesler çok cılız. Sanıldı ki süreç içinde hükümet birşeyler yapacak -yapıldı da- ama sonuç yok, netice alınmadı. Peki şu an neden itiraz yok, ses yok, tepki yok, protesto yok. 7 sene geçti, daha ne zaman çözülecek bu sorun, daha kaç tane genç kızımızın gözyaşları dökülecek, geleceğine, hayallerine, ipotek konulacak. Birileri hükümette olunca İslamın o emrinin farziyeti kalkıyor mu?

Bir de başörtüsünü furuat görenler var ki belki de bu sorunun bu hale gelmesinin asıl müsebbibi onlar. Halkın tepkisi en üst noktada iken yaptıkları açıklamalarla bu tepkinin dinmesine neden oldular.Genç kızlar ne olursa olsun taviz vermezken, taviz vermelerine neden oldular.Şunu iyi bilmek gerekir ki İslam hükümlerini küçümsemek, basite almak,o hükümleri dejenere etmek, içini boşaltmak son derece tehlikeli bir durumdur. İslamın temel şartları diye sadece onlar uygulanmalı diğerlerini boş verelim diye bir kaide yok. Emri bil maruf, nehyi anil münker hükmünü, veya cihad hükmünü nereye koyacağız. İslamın o bilinen 5 şartının içinde yer almayan faiz, zina, kumar vb. emir ve yasakları nasıl değerlendireceğiz.Neden onlar Kuran’da var diye kabul ediliyor da başörtüsü-tesettür görmezden geliniyor.Kelime oyunları ile, garip yorumlarla, tevillerle bir yere kimse bir yere varamaz.

Hem halkın tepkisi olursa sorun olduğu görülür de daha çok üzerine eğilmezler mi?Hak oturarak alınmaz ki. Bugün Kürt sorununda belli mesafeler alınıyorsa verilen mücadelenin, protestonun neticesi değil mi? Bu işin önünün alınamayacağının telaşı ve korkusu yok mu?

Hayır, kesinlikle bu kabul edilemez bir durum... Bir şeylerin düzelmesini istiyorsak, yerinde oturmak, saymak yok.Derhal bir şeyler yapmak lazım, harekete geçmek lazım.Kamuoyu oluşturmak ve bu soruna bir dur demek lazım. Bu ayıbı bir an önce sona erdirmek lazım.

En temel hakkımız olan protestolarımızı yapmalı, tepki vermeli, gösteriler yapmalı ve meydanları doldurmalıyız. Planlı, programlı olmalı, hazırlıksız günü birlik davranışlarla değil. Kadın, çoluk, çocuk, yaşlı hep birlikte ve haykıracağız; “Ya bu hakkımızı verirsiniz, inancımıza saygı duyarsınız ya da biz çoluk çocuğumuzla da olsa her gün bu hakkı sizlerden talep edeceğiz. Ne yapıyorsanız yapın, vazgeçmeyecehiz.  demeyi bilmeliyiz

21 Kasım 2010 Pazar

Seyirci gözüyle Cogunluk

Seyirci gözüyle Cogunluk


Benim bir huyum var, bir filmi pek çok kez izlemek gibi. Her izlediğimde, daha bilinçli izliyorum. Filmin başında gelişen olayların nelere yol açacağını bilerek izlemek, nedenleri, niçinleri daha iyi anlamak gibi bir takıntı benimki. Ve itiraf ediyorum, ilk gösteriminde pek beğenmediğim pek çok filmi, detaylara daha önem vererek izlediğimde giderek daha çok seviyorum.

Ama elbette hiç bir zaman bir filmi bir sinema yazarı gözüyle izleyemem, eleştiremem.

Sadece, seyirci gözünden sizinle Çoğunluk filmini paylaşabilirim.


Filmin Venedik Film Festivali'ne katılacağı müjdesini aldığım zaman sevinçle, Twitter'da bir sinema yazarına ne düşündüğünü sordum. Ne filmi, ne yönetmeni, ne başrol oyuncusunu tanımıyordu. Dolayısıyla filmin festivalde Türkiye'yi temsil edeceğinden habersizdi. Şaşırmadım. Çünkü ne filmin çekim aşamasında hakkında tek bir satır yazılmıştı, ne de Fatih Akın'ın asistanı Seren Yüce'nin, senaryosunu kendi yazdığı bir filmi çektiği duyulmuştu. Filmin başrol oyuncularından birisi, birisi diyorum çünkü filmde dört başrol var, çok yakınım olmasa belki benim de haberim olmazdı.

Seren Yüce'nin ilk filmiydi...

Ve film, ilk ödülünü İtalya'da "En iyi ilk film" ödülünü aldı.

Filmi görenler, ilk film olarak böylesi bir konuyu yazmanın, yönetmenin biraz cesaret işi olduğunda birleşeceklerdir belki...

Çok uzak olduğumuz bir konu değil ama, filmin genelindeki durağanlık, hiç bir detayın atlanmaması için sarfedilen çaba sonucunda sahnelerin biraz uzaması, seyirciyi sıkabilecek dezavantajlar.

Hatta İtalya'da aldığı ödül bile bu nedenle tartışıldı. Yakın gelen neydi jüriye?

Yakın gelen yalınlık, yaşadığımız hayatın gerisinde fon müziği çalmaması, olduğu gibi aktarılmasıydı belki.


Ve film izleyiciyle Antalya Film Festivali'nde buluştu. Eleştirmenlerden tam not alıyordu. Senaryo ve oyunculuk dallarında karne iyiydi.

O günlerde Antalya'da olup, filmi izleyen yakınlarımla konuştuğumda, "harika" diyorlardı.

Ve en önemli ödüller peşpeşe geldi.

Sevinç çığlıkları attım, ağladım, inanılmaz mutlu oldum.


Ve nihayet bu gece filmi izledim. Tarafsız bir gözle izlemem mümkün değildi ama olabildiğince objektif bakmaya çalıştığımı söyleyebilirim.

Yanımdaki arkadaşım biraz sıkıldı, bense kapıldım gittim...

Her sahnesine, rol alan her oyuncuya gönlümü kaydırarak.

Perdede olanlar bizlerdik! Anlatılan bizim klasik, durağan, hiç bir heyecanı olmayan gündelik aile yaşantımızdı.

Mertkan'a isyan ediyorduk, klasik film izleyicisi bakışımızla, "hadi abi koy artık postanı, sen de isyan et, bağır, çağır, düzene başkaldır..." diyorduk. Ama Mertkan bunu yapmıyor, küfretmesi gereksiz her yerde küfrediyor, ama düzene küfredememesi boğazımıza düğüm oluyordu. O kadar ezikti ki...

Altın Portakal'ı havaya kaldırırken ilk sözlerinin "Ben Bartu" olması belki o ezikliğe isyandı!

Bu sabah okuduğum bir röportajında, kendi sözleriyle; "Basit bir karakter Mertkan. Babasının gölgesinde büyüyen bir adam. Ben genelde üzülüyorum Mertkan için. "Hadi bee oğlum yaa, öyle değil!" filan demek istiyorum."

Evet, filmde babasının gölgesinde büyüyen bu 20'li yaşlarda delikanlı, babasının o kadar izindeydi ki, aynı koltuğa babasından sonra oturup, aynı hareketlerle ayakkabılarını çıkarıp, dolaba yerleştiriyor ve terliklerini giyiyordu! Ve kocasında, oğlunda duygusal yaklaşımlar arayan annesine, tıpkı babası gibi umursamaz tepkiler veriyordu. O abartılmış bir tepkisizliğin değil, düzenin karakteriydi. Yine kendi sözleriyle;

"Ben Eskişehir'de okulumda ya da çevremde böyle insanları tecrübe ettim gerçekten. Babasının gölgesinde büyüyen insanları gördüm." diyordu.

Yani rolüne inanmıştı, gizli gizli sigara içeceğinden, sevdiği kızı sahiplenememekten öte bir adım atamayacağından haberi vardı.

Ve ilginç bir saptama...

Yine Bartu Küçükçağlayan'dan;

"Gerçek bir Recep İvedik bu." Karikatürleşmemiş haliyle diye ekliyor.


Bütün ince detayların dantel gibi işlendiği filmde eksikler yok mu?

Elbette var. Bu hafta Arka Pencere dergisi eleştirmeni bu noktaları saptamış.

Ama bunlar filmin zaten anlatmaya çalıştığı konular değil, çok ince detaylar. Bir görüşüne itiraz hakkım var hatta Arka Pencere yazarı Tunca Arslan'ın. Babasının işlerin başına geçmek üzere şantiyeye yolladığı Mertkan'ın "patronluk" taslamasını inandırıcı bulmamış. Aynen böyle bir durumda yakınım var, ve gerçekten babasının olmadığı yerde onun pozisyonunda olarak, bir çeşit güç gösterisine sığınan bir kişi kendisi.
Zaten anlatılmak istenen biraz da bu, Mertkan'ın babasından farksız olacağı. Filmde baba kaba kuvvete dayanan gösterilerde bulunan bir adam değil mi? Mertkan daha pısırık olduğu için bir tabanca istemiyor mu babasından?


Ben yeni gösterime giren filmlerin sonuna kadar yazılmasına biraz karşıyım, heyecanımı kaçırdığı için. Ama Çoğunluk yazıldı, çizildi, diyaloglar aktarıldı, sonu ister istemez açıklandı.

Ama aslında bunlar önemsiz. Çünkü bunları deşifre edenlerde çok iyi biliyorlardı ki, filmin ne sonu ne başı önemliydi. Anlatılmak istenendi önemli olan. Ve bizim boğazımızda bırakılan bir isyana neden olabilmekti. Seren Yüce bunu başarmıştı!


İzleyin diyorum, ve yine Bartu Küçükçağlayan'ın sözleriyle;

"Çoğunluk kendisine yakıştırmayabilir Mertkan'ı. "Zayıf" olduğundan çoğunluk onda kendisini görmek istemeyebilir sanki... Kendini Mertkan'ın yerine koymaya cesaret edebilecek, "Evet, ben de biraz olsun Mertkan'ım" diyebilecek insanlar arıyor bu film. Bu film onların filmi olsun istiyorum ben."


İzleyin...

Bizim yaşamlarımızın arkasında, yaşamımızı romantik kılacak fon müzikleri yok! Sessizce yaşıyoruz, ve bazen isyan boğazımızda düğüm kalıveriyor. İşte o düğümü açabilmek adına izleyin. Sıkılsanız bile...

Sarhoş yazılar vol:bilmemkaç

Sarhoş yazılar vol:bilmemkaç

Amerika'da karşıdan karşıya geçmek üzeresiniz ve yayalara kırmızı yanıyor, ve üstelik hiç araç yok! Geçmezsiniz, beklersiniz. "Abi ben gerizekalı mıyım" diye düşünür ama geçmezsiniz. Tabi iyi bir terbiye almışsanız!
Avrupa'nın herhangi bir yerinde, sigara içmek serbest olsa bile yaktığınız anda kafalar size çevrilir, öyle bir ikinci sınıf hissedersiniz ki kendinizi, söndürürsünüz. Tabi iyi bir terbiye almışsanız!
Türkiye'de iyi terbiye almak çok gereksizdir. Çünkü iyi terbiye alanlar "salak"tır! Kurallara uygun davranışlar sizi sadece "salak" yapar açıkgözlerin gözünde! Ve elbette asla dışlanmak istemez hiç kimse, "geçerim abi ne var, yaparım abi ne var, kolaysa abi ne var..." diye diye...

Bir başka yazıda, "Biz Türkler..." diye başlayan ve trajedilerimizi (!) komiklik olsun diye paylaşan kişilerden hiç hoşlanmadığımı yazmıştım. Neden adam olamayız, kendimce açıklamıştım. Olamayız!
Oldurmuyorlar çünkü!
Çünkü biz yayalara kırmızı yanarken, aralardan derelerden geçmeyi marifet sayarız. Çünkü biz yasaklar varsa, delmeyi bulmanın yollarını marifet sayarız, başbakanlarımız eşliğinde hemde!
"Kanun bir kere delinse ne olur ki?" "Ben youtube'ye girebiliyorum!" diyen başbakanların çocuklarıyız biz!
Ee o zaman bu yasaklar eşliğinde aslında sonsuz özgürlüğümüzü neden kullanmayalım? Neden devlet büyüklerimiz "hadi aslanlar" derken, korkak bir kurt olalım?

Senaryolar yazılıyor ve biz 80 ihtilalinden sonra hep bize verilen rolleri oynamaya gönüllü edilgenleriz!
Uyutulmaya gönüllü edilgenler. Ama bir açık bulun sıyrılın... öğretilen edilgenler!
Bir kaç "yırtınan" çıkıyor, "yırtındığıyla" kalıyor.
Çünkü o arada bilmemkim bir klip çekiyor ve canım Türkiyem o klibe kilitleniyor!
Birileri aynı anda bir okul için yardım topluyor.
Birileri aynı anda otistikleri tartışıyor.
Birileri aynı anda futbol konuşuyor.
Birileri aynı anda sinemada.
Birileri aynı anda "sanat" tartışıyor.
Birileri aynı anda... aynı anda... aynı anda...
Türkiyem kendine uygun olanı tartışıyor!

Ama benim canım ülkem hiç "biz ne zaman adam oluruz" tartışmıyor! Sadece kafasına göre yazıyor arada...
Kendine uygun adam kılığını bulup giyiveriyor.;)
Ama biz suya yazı yazma dalında hep birinciyiz!

Sular akar giderken öyleee bakarız.
Kimse şikayet etmesin!

Kasım'da aşk başkadır... unutmayın.

Kimse okumazsa ben okurum

Acun Ilıcalı


Acun Ilıcalı...

Geçen gün Twitter'da hakkında şöyle bir espri yapıldı; "Acun'mu Show Tv'den çıktı, Show Tv'mi Acun'dan?"

Eğer ben Acun olsaydım, ve bu espriyi okusaydım, kendimle gurur duyardım!


Acun Ilıcalı, 1972 yılında Edirne'de doğmuş, Erzurum Ilıca kökenli ailenin oğludur. Kadıköy Anadolu Lisesi'ni bitirdikten sonra, okumak istememiş, televizyoncu olmayı tercih etmiş.

İlk televizyonculuğu Beşiktaş muhabirliği olan Acun, sempatikliği ve girişkenliğiyle kısa sürede tanınmış, Şansal Büyüka ekibine girmiş ve Televole macerası başlamış. Kendisine ait bölümde, dünyayı gezmiş, röportajlar yapmış.

Günümüzde pek çok kişi, "Aman biz senin "marabaa Televole diye plajlarda gezdiğin günleri biliriz..." gibi sözlerle, biraz da aşağılamaya çalıştıkları Acun hiç yılmamış!

Daha sonraları bu bölüm, Acun Firarda olarak yayınlanmaya başlamış, ve Acun tam tamına 105 ülke gezmiş, ve bizlere bu 105 ülkeyi, aklımızda kalan renkli görüntülerle tanıtmış.

Artık herkesin tanıdığı bu sevimli insan, 2005 yılında Acun Medya'yı kurmuş, ve ülke çoğunluğunun izlediği pek çok yarışma/show programına imzasını atmış. Üstelik programların içinde sunucu, jüri olarak yer almış, programlarına hep sahip çıkmış, hakim olmuş.


Ben kendisini "Var mısın Yok musun" show programında yakından izleme şansı buldum. Kısaca o çekimlerden sözetmek isterim, bu sevimli, neşeli insanı daha iyi anlatabilmek adına.

Kendisinin "efsane yarışmacılar" diye nitelediği kişilerdi kutuların gerisinde olanlar. Sonraları pek çoğu "Survivor" macerasında yer aldılar.

Program başlamadan önce, yarışmacılar kendi aralarında şamata yapıyorlar, fotoğraflar çektiriyorlar, gülüşüyorlardı. İzleyiciler de onların bu doğal hallerini izliyor, aralarında konuşuyorlardı. Salona neşeli bir uğultu hakimdi. Sanıyorduk ki, birazdan Acun gelecek, ve biz çok eğleneceğiz!

Yanılmışız...

Acun sahneye çıkmadan önce, tüm görevliler herkesi susturdu, yarışmacılar yerlerini aldılar ve salonda çıt çıkmazken Acun sahneye çıktı.

Ufak tefek sayılabilecek, yumuşak ama sert bakışlı bir adam...

Yerine geçti, ve önce yarışmacılara, sonra izleyicilere, gülümsemeden, ciddi bir ses tonuyla program kurallarını anlattı, nerede alkışlanacağını, nerede susulacağını anımsattı... ve çekim başladı!

Biz izleyiciler, tamamen Acun'un direktifleri doğrultusunda, bizi yöneten bir ekibin komutasındaydık. Çıt çıkaramıyorduk, onlar işaret vermeden. Arada program gidişatına sekte vurmak isteyen izleyiciler uyarılıyor, hatta salondan çıkarılıyorlardı.

Sessizce izledik, televizyonda gösterime konduğunda müzikler ve cıngıllarla desteklenip muhteşem bir şova dönüşen kutu açma programını. 3 saat kadar sürdü çekim. Bitiğinde hiç kimse eğlenmemiş, hatta sıkılmıştı. Oysa tv başında izlerken program nasıl canlı, nasıl insanı esir alıveren bir showdu!


O gece anladım!

Acun'un başarılı olması kaçınılmazdı!

O işine çok saygılı, izleyenine saygılı, en ufak bir hatada en yakınını azarlayabilecek kadar programına önem veren bir insandı.

Çok ciddiydi!

Titizdi!

Program televizyonda yayınlandığında biz hep onun güleryüzünü görüyorduk ya... evet, gerçekten hep gülümsüyordu çekim sırasında. Çünkü başarıyordu! Ve yarışmacıları ona saygı duyuyorlardı ne kadar samimi olsalar da.


Ve durmuyor, yeni formatlar arıyordu. Buluyor, bizlere sunuyor, ve ratingleri altüst ediyordu.

Hepimiz bir şekilde, bu programlara göz atıyor, izlemeye başlıyorduk. Hatta eskilerin deyimiyle müptelası oluyorduk!;)


Çünkü bunları bize sunan kişi, işine inanan, ciddi bir kişiydi, hakkında tüm söylenenlerin aksine!


Şimdi...

Bu programlar gerekli midir? Bizi bu programlarla uyutuyorlar mı? Biz 3 saat tv karşısında bu insanların kutu açmalarına, dans etmelerine, oraya buraya zıplamalarına, yeteneksizliklerini sergilemelerine mahkum edilmek zorunda mıyız? vsvsvs eleştirileri var ya... gereksiz!

Bu yarışmaların, showların pek çoğu dünya televizyonlarında yerini bulmuş, ilgiyle karşılanmış hatta rating rekorları kırmış programlardır. İzleyicisi vardır, hele program sahibi işini ciddiye alıyorsa, tadından yenmez!

Evet, biz pek çok problemimizi halledememiş bir ülkeyiz. Ama bu demek değildir ki eğlenmeyeceğiz. Eğlenceye yönelik her program kişinin deşarj olmasına aracıdır.


Ama bizim öyle kemik bir "entel" takımımız var ki... kusura bakmasınlar ama galiba neyi eleştirmeleri gerektiğini ya bulamadılar, ya da meyve veren ağacı taşlamak doyuma ulaşmanın en kestirme yolu diye düşünüyorlar ve Acun'u kurban ediyorlar. Yazıktır! Eleştirilecek pek çok bedava program varken... Acun'u eleştirmek hatadır!

Programlarını seversiniz, sevmezsiniz, izlersiniz, izlemezsiniz... ama takdir kısmında eleştirirseniz ben buna karşı çıkarım! Hele izleyip, sadece eleştirmek için olumsuzluk yaparsanız daha da karşı çıkarım!

Önemli olan yaptığın işe saygıdır. Acun işine saygılı oldukça, daha pek çok show'a imzasını atacak, ve disiplinli yönetimi ile başarılı olacaktır.